20/11/2010

Güneydoğu'da Bir Sayfiye: Halfeti

Fırat Nehri'nin kıyısındaki Halfeti'ye gitmek için Urfa'daki ikinci günümüzde erkenden otogara gittik ve Yaylak Turizm'e ait bir minibüse kurulduk.

Önce şehrin içinde epey dolaştık, yolcu topladık. Derken yavaş yavaş şehir dışında yol almaya başladık. Yaklşık 15-20 dakika yepyeni yollarda gittik. Güneydoğu'da böyle İzmir-Çeşme otoyolunu andıran yollar bulduğumuza şaştık. Derken minibüs bir yan yola saptı ve görüntü tamamen değişti. Toprak yolda hoplaya hoplaya yol almaya başladık. Yolumuza çıkan her köyde minibüse inen-binen oldu. Elbette kapasitenin çok üstünde bir yolcu sayısına ulaştık. Bende bir tedirginlik oluştu. Ne de olsa bunca zaman güneydoğu ile ilgili duyduğumuz tüm haberler sevimsiz haberler olmuş. Köylerden geçerken, yabancı olduğu her halinden belli olan Bruce'a dikkatli dikkatli bakanlar oldu. Ben kafamda korku filmleri yazmaya başladım. Ama ne var ki bir kez çıkmıştık yola ve geri dönüş yoktu :) Minibüste Türkçe de, Kürtçe de, Arapça da konuşuluyordu. Çoğu insan iki dili birbirine harmanlayarak konuşuyordu.

Bu şekilde yaklaşık 1,5 saat ilerledikten sonra dolmuş gitgide tenhalaşmaya başladı. En sonunda Halfeti tabelasının bulunduğu tozlu bir yere geldik. Tam "Allah Allah, Fırat filan yok görünürde, zaten burası epey yüksek" diyorduk ki, şöförümüz Eski Halfeti'ye mi gitmek istediğimizi sordu. Eskisi ve yenisi olan yerlerde daima eskisine gitmeyi sevdiğimizden, düşünmeden evet dedik.

Dolmuşta bizden başka sadece güzeller güzeli esmer bir kadın kalmıştı. O da Eski Halfeti'de bir düğüne gidiyordu sanırım. Yaklaşık 5-10 dakika dönemeçli dağ yollarından indik. Bu sırada talih bize fevkalade bir sürpriz yaptı ve uzun süredir türkü çalan radyoda Barış Manço'nun Dağlar Dağlar'ı çalmaya başladı. Dolmuşta kimse de olmadığından, müziğin sesini açtı şöförümüz ve bu şarkı eşliğinde dağların arasından inerken, nefes kesici bir manzarayla karşılaştık.
Fırat'a ilk bakış...
Nehirlerin bizim için ayrı bir önemi vardır. Amerika üzerinden uçarken Mississippi'yi ilk görüşümüzü, gecenin bir yarısı Mısır'da Nil nehrini ilk görüşümüzü unutamayız. Fırat'a ilk bakış da çok özel bir andı. Hele de tozlu topraklı köy yollarında geçen 1,5 saatten sonra...

Yavaş yavaş, döne döne masmavi Fırat'a doğru indik dağlardan. Aşağıda neyle karşılaşacağımızı doğrusu hiç bilmiyorduk. Ama kesinlikle beklemediğimiz bir görüntü vardı ki, onunla karşılaştık: Eski Halfeti, Fırat'ın kıyısında tam bir sayfiye yeri! Nehirde bir aşağı bir yukarı süzülen tekneler var. Nehrin kenarına ve hatta üstüne kurulmuş pekçok restoran ve kafe var ve bunlar yerli turistle dolu. Nehir boyunca palmiyeli bir yürüyüş yolu ve bunun üzerinde de hediyelik eşya satan dükkan ve sergiler var.




Tabii en popüler yer, yarıya kadar suya batmış ünlü cami. Burada bu fotoğrafı çekene dek bir otobüs dolusu turistin fotoğraflarını çekip gitmelerini bekledik.


Nehir kenarındaki tepelerde ise geleneksel Halfeti evleri bütün güzellikleriyle karşınıza çıkıyor.


Buradaki lokantalardan birinde Urfa kebabı yiyip bira içtik. Urfa'da bira satan yer bulmak oldukça zor. Sadece 5 yıldızlı otellerin barlarında bulunuyor. Bir de sadece erkeklerin gittiği bazı "karanlık" barlarda. Halfeti'de se bu manzara karşısında birer bira içebildiğimize tabii ki çok sevindik.

Aslında niyetimiz Rumkale'ye giden bir tekne gezisine katılmaktı. Ancak yemek yedikten ve her bir sokağı keşfe çıktıktan sonra buna pek vaktimizin kalmadığını üzülerek gördük. Urfa'ya en son dolmuşun saat 5'te kalkacağını söylemişlerdi, bu nedenle istemeye istemeye dolmuş durağına doğru gittik.

Bizi getiren şöförümüz Yaylak Turizm'in Yeni Halfeti'deki bürosunun telefonunu vermişti. Saat 5'i geçip dolmuş gelmeyince aradık. Telefonu bir çocuk açtı ve beklemeye devam etmemizi söyledi. On dakika sonra bir kez daha aradık. Yine aynı çocuk bekleyin dedi. Böyle böyle bir saate yakın zaman geçince biraz telaşlandık. Urfa'ya dönmenin başka bir yolu olmadığı için, kalırsak nerede uyuruz diye düsünmeye başladık. Artık çocuk da telefonlara cevap vermemeye başladı. Herhalde kapatıp eve gitti diye düşündük. Tam ümidimiz bitmişti ki dolmuş göründü. Ama o da ne! Çoktan dolmuş bile! Yine de bizi aldı. Bruce öne 4. kişi olarak bindi. Bana da ikinci sırada bir yer buldular. Tam 1,5 saat boyunca, yine aynı toprak yolda 16 kişilik minibüste 32 kişi olarak gittik. Hem de yolda minibüse her el eden kişi için durduk. Şöför büyük bir kibarlıkla herkese tek tek "Yer yok, görüyorsun" dedi. (Ya da biz öyle düşündük çünkü Kürtçe konuşuyorlardı). Bu cevabı alanlar da "Canın sağolsun" gibi bir hareketle, hiç ısrar etmeden ama yüzlerinde o gün Urfa'ya gidemeyeceklerini bilmenin hayal kırıklığı ile geri döndüler.
 
İki saat kadar sonra Urfa'ya vardığımızda yorulmuştuk ama buna kesinlikle değmişti.

No comments:

Post a Comment