06/11/2010

Endülüs'te Raks 1: Beyaz Güvercinlerin Şehri Cordoba

Hangimiz Yahya Kemal Beyatlı'nın Endülüs'te Raks şiirini bilmeyiz ki? Hani "Zil, şal ve gül..." diye başlayan. Ekim ortalarında dedik ki, görelim bakalım nasıl bir yermiş şu Endülüs. İspanya'nın Arap geçmişli güney kıyıları...Mağribilerin mirası...Flamenko'nun, boğa güreşlerinin anavatanı...

Böylece düştük yollara. Ama ne yol! Ankara'dan direk uçuyor diye Lufthansa ile Ankara-Münih-Madrid uçalım dedik. Oradan da hızlı trenle güneye ineriz diye düşündük. Büyük hata! Lufthansa'nın neden Avrupa'nın en ucuz havayollarından olduğunu anladık. Sabahın 4'ünde Esenboğa Havaalanı'nda yüzlerce kişilik bir kuyrukla karşılaştık. Herkes uykusuz, yorgun, sinirli. "Sistem çalışmıyor"muş o yüzden check-in yapılamıyormuş. Ama merak etmemize gerek yokmuş çünkü zaten uçuş da 2 saat rötarlıymış. Münih'teki bağlantısını kaçıracak olanlar bir sonraki uçuşa yönlendirilecekmiş...En son ne zaman böyle bir yolculuk yapmıştık hatırlamıyoruz bile. Sabahın o saatinde kuyrukta, aç susuz 1 saati aşkın bekledik. Herkes yerlere oturdu, söylenenler sesini yükseltenler oldu. Her nedense sistem birden, tam da rötarlı uçuşa göre çalışması gereken saatte çalışmaya başladı! Böylece kuyrukta bir yarım saat daha bekleyip check-in yaptırabildikten sonra İş Bankası salonuna gittik ve rahat koltuklara gömülüp bu kötü başlangıcı unutmaya çalıştık. Uçaktaki ikram komediydi. THY iç hatlarda bile daha iyi ikram yapıyor. Verdikleri buz gibi soğuk, taş gibi sert ekmeği dişlerimiz kesmeyince yemekten vazgeçtik. Münih'e indiğimizde ise berbat bir muamele gördük. Herkesin (daha doğrusu AB pasaportu taşımayanların) çantası açılıp tek tek arandı. Zaten onların hatası yüzünden geciktiğimizi, uçağın yarısından fazlasının ikinci uçuşunu kaçırdığını ve acele etmezlerse yakalama şansı olanların da kaçıracağını bir türlü anlatamadık. Detaylar burada yazılamayacak kadar uzun ama sonuç kısa: Lufthansa? Bir daha asla!

Uçak Madrid'e güneşli bir öğleden sonra indi. Havaalanından çıkar çıkmaz Lufthansa ve Münih'in karanlık yüzü uzak bir anı oldu. İkimiz de gülümsemeye başladık. Güneşli bir öğleden sonra, gülümseyen insanlar arasında İspanya'dayız! Hemen bir taksiye atlayıp Atocha tren istasyonuna gittik. Taksici aynı bizim taksiciler gibi kullanıyordu :) Yolculuğa çıkmadan önce hızlı tren şirketi Renfe'nin websitesinden biletleri ayırtmaya çalışmış ancak sitenin düzgün çalışmaması nedeniyle başarılı olamamıştık. İstasyonda iki bilet sırası vardı: "Bugün için bilet" ve "İleri tarihli bilet". İlk sıraya girip rahatça bir sonraki trene biletlerimizi aldık. Doğrusu bu sırada biletleri çok pahalı buluyor ve kişi başı tek yön tren bileti 65-70 Euro olur mu, diye söyleniyorduk. Ancak sonradan uçak kadar rahat olan ve yolu yarı yarıya kısaltan bu trenleri çok uygar bulup söylenmeyi bıraktık. Biletleri aldıktan sonra, içinde tropik bir bahçe barındıran istasyonda birşeyler atıştırdık.
Atocha Tren İstasyonu, Madrid
Tren yola çıktıktan sadece 1 saat 50 dakika sonra Cordoba'ya ulaştı. Hava halen sıcak ve güneşliydi, Cordoba'da Ekim sonunda yaz bitmemiş! İstasyon otelimizin bulunduğu şehrin eski kısımına epey uzak olduğundan taksiye bindik. Geniş bulvarlar, iki tarafı palmiye ağaçları ile kaplı...Kendimizi eski bir Fransız filminde, Nice caddelerinde ilerliyormuş gibi hissettik. Tek eksik deniz. Yine de biz bu Cordoba'ya daha ilk dakikalarda bayıldık! Az sonra taksi dar yollara sapıverdi. Bir anda başka bir büyülü çağdayız! Dapdar, Arnavut kaldırımı sokaklar, beyaz binalar, yeşil panjurlar, ferforje balkon demirleri, bu demirlerden sarkan rengarenk çiçekler...Taksi daha fazla ilerleyemeyeceği kadar dar bir sokağın başında bizi bıraktı. Meğer yanlış sokakmış ama mühim değil. Bruce yanılmaz oryantasyon duygusu ile eliyle koymuş gibi önce La Mezquita'yı (diğer adıyla Cordoba Katedrali, 1200 yıllık bir cami-katedral, bir şaheser) ve sonra da hemen yanıbaşındaki otelimizi buldu.

Hotel Posada Los Alcazares. Bu ne harika bir küçük otel! Gecesi 50 Euro'ya, yeryüzünün şaheserlerinden birine elimizi değecek mesafede kalıyoruz. Odamızın yere kadar "Fransız penceresi" olarak tabir edilen bir balkon kapısı ve mini minnacık bir de balkonu var. Balkondan hem sokağı hem de Mezquita'yı görüyoruz! 1200 yıllık duvar birkaç metre ötemizde. Yoldan geçen faytonların çıkardığı nal sesleri odamızın içinde. Bu arada hava da yavaşça kararmaya başlamıştı, sarı ışıklı tarihi sokak lambaları da yanınca şehir tam anlamıyla tarihi bir karaktere bürünüverdi.

Karnımız çok açtı ve güney İspanya'nın tapalarını tatmak için sabırsızlanıyorduk. Ne var ki aylardan Ekim de olsa, Cordoba (ve özellikle eski şehir) halen çok turistik. Kendimize uygun, İspanyolların gittiği otantik bir yer bulabilmek için epey dolaştık. Sonunda dönüp dolaşıp otelin hemen karşısındaki tapa barda yemeye karar verdik. Yemekler enfes, kırmızı Rioja şarabımız ise enfes ötesiydi. Çok yorgunduk, şarabı da içince otele daha uzak bir yerde yemediğimize şükrederek uyumaya gittik.

Ertesi sabah oldukça kapalı bir gökyüzüne uyandık. Panjurlar kapalı olunca oda kapkaranlıktı ama dışarıdan epey trafik sesi geliyordu. Sokakta herkesin hırkalar, montlarla gezdiğini gördük. Biz de montlarımızı giyip kendimizi sokağa attık. Endülüs otellerinde genellikle kahvaltı verilmiyor. Sadece odaya para ödüyorsunuz. Biz de kahvaltı yapacak bir yer aradık. Yine otele çok yakın bir aile kafesi olan Meson Pilar'ı seçtik. İspanyol usulü cafe con leche (sütlü kahve) içip, tostada con jamon (jambonlu ve zeytinyağlı kızartılmış ekmek) yedik. Bizim dışımızdaki tüm müşteriler Amerikalıydı. Kendi başlarına, serbest seyahat eden bu kadar Amerikalı olması bizi şaşırttı.

Eski şehrin labirentimsi sokaklarını gez gez doyamayacağımızı bildiğimizden, esas Cordoba'yı gezelim diye şehir merkezine (Centro) gittik. Şehrin ortasındaki eski Roma tapınağını, Plaza Esperenza, Plaza Corredera, Plaza del Potro ve Plaza Capuchinos'u  (ki İspanya'nın tümünde olduğu gibi Endülüs'te de meydanlar yani plazalar çok önemli), ve yemyeşil güzel bir park olan Jardins de la Merced'i gezdik. Mağrip mimarisi izlerini taşıyan evleri seyrettik.
Plaza Corredera
 
Plaza Capuchinos
 
Parkta beyaz güvercinler
  
Mağrip mimarisi
Öğlene doğru bulutlar yok oldu ve pırıl pırıl güneş sokakları ısıttı. Öğle yemeğini Taberna El Potro'da yedik ve ilk (ve son) Montilla şarabımızı denedik. Gelmeden önce, ikimizin de iyi bildiği klasik bir Edgar Allan Poe hikayesi olan "Cask of Amontillado"da bahsi geçen Amontillado içkisini deneyeceğimiz için çok heyecanlıydık. Ama hayal kırıklığı oldu bu lezzetsiz beyaz şarap. Bu kafede tanıştığımız güvercinleri elleriyle büyük bir rahatlıkla yakalayan küçük kız çocuğunu unutamıyoruz.

Plaza del Potro

Amontillado şarabı ve öğle yemeği
 

Genel olarak Cordoba'yı çok düzenli, temiz ve bakımlı bulduk. İnsanlar stressiz, trafik yavaş. Balkonlarından çiçekler sarkan evlerin enfes avluları var. Ünlü Endülüs çinileriyle kaplı, yeşil bitkilerle çevrelenmiş, ortada bir süs havuzunda şırıl şırıl su akan avlular. Çok huzurlu!


Ayrıca bu küçük sayılabilecek şehirde pek çok park, plaza, yeşil alan var. Barcelona'ya benziyor ama daha karakterli. Cordoba'yı öyle beğendik ve onun stressiz, yavaş atmosferi içimize öyle işledi ki, Mezquita'yı gezmeyi yarına bıraktık. Saatlerce sokaklarda yavaş yavaş, koşturmadan, tadını çıkara çıkara dolaştık. Guadalquivir Nehri'nin öbür yakasından Kral Alfonso'nun 1300'lerde yaptırdığı saray Alcazar'ı izledik. Aynı "paloma blanca"lar (beyaz güvercinler) gibi.

Alcazar öyle güzeldi ki, güneş batmadan gezmek istedik. Güzel korunmuş bir saray, özellikle bahçesi ve portakal ağaçları belleğimizde yer etti. Lonely Planet bu gördüğümüzün Sevilla yanında solda sıfır olduğunu söylüyor...Hadi hayırlısı!

Alcazar'a giriş
Akşam olduğunda halen eski şehire dönmemiştik. Sadece İspanyol amca ve teyzelerin olduğu "Gloria" isimli bir tapa barda İspanyolların ünlü patatesli omleti tortilla ve sote enginar kalbi (zeytinyağ ve limonla pişirilmiş, sıcak servis edilen) yedik. Bir şişe kırmızı Rioja'yı zorlanmadan bitirdik.

Dönüşte yollar karanlık ve ıssızdı. Sokak lambalarının tümü eski gaz lambalarını yenilenmiş halleri. Sokağa loş ve masalsı bir hava veriyorlar. Arnavut kaldırımlarında yavaş yavaş kiliseler, plazalar, çeşmeler geçerek otelimize doğru ilerledik. Cordoba oldukça güvenli bir şehir olduğundan, karanlığa ve ıssızlığa aldırmadan rahat rahat yürüdük.


Ertesi sabah yine bulutlu, serin bir sabahtı ve biz de yine Meson Pilar'da kahvaltı ettik. Ama ben bu sefer "chocolate con churros" ile tanıştım. Aman Tanrım, böyle bir kahvaltı ziyafeti daha düşünemiyorum! Sıcak yoğun çikolatanın içine sıcak yağlı hamur batırılıp afiyetle yeniyor! Kimbilir kaç kalori! Neyse ki bütün gün yürüyoruz!

Kahvaltıdan sonra, dünyanın sayılı şaheserlerinden olan La Mezquita'yı gezdik. Sözcük anlamı mescit. Müslüman Mağribiler tarafından inşa edilmiş. Daha sonra Katoliklerin eline geçince katedrale dönüştürülmüş. Artık günde beş kez ezan sesi değil, çok daha sık çan sesleri yükseliyor bir zamanlar minare görevi yapmış kulelerden. Belediye başkanı ısrarla ismini Cordoba Katedrali yapmaya çalışsa da, o herkes için hala La Mezquita. Ne yazık ki aylardan Ekim olmasına rağmen çok kalabalık. Bütün keyfimiz kalabalığı görünce kaçıyor. Yine de içeri ilk adımımızla birlikte ikimiz de şaşkınlık ve hayranlıkla derin bir "Ahh" diyoruz. Sanki İstanbul'daki Yerebatan Sarnıcı ile Ayasofya karışımı bir yer.
Mezquita'nın ünlü "Cordoba sütunları"



"Katolik Mezquita"
 
Mezquita'nın avlusu, narenciye ağaçları
Buraya tekrar kışın ortasında, kimse yokken gelmek ve tüm bir günü içeride geçirmek istiyoruz...

Öğlen olup bulutlar dağılmaya, güneş parlamaya ve hava ısınmaya başlarken, bizim için de yavaş yavaş Cordoba'dan ayrılma zamanı geliyor. Bu şehir anlata anlata bitmez. İkimizi de yeryüzünde en fazla etkileyen şehirlerden birisi oluyor Cordoba. Birgün mutlaka geri dönme kararı vererek, Ankara otogarı AŞTİ'nin minyatürünü andıran Cordoba Otogarı'na gidiyoruz. Bir sonraki hedefimiz, Cordoba-Granada arasında küçük bir şehir: Priego de Cordoba.

Hoşçakalın beyaz güvercinler!


No comments:

Post a Comment