08/01/2011

Monoragala, Sri Lanka

Nam-ı Diğer Tavuskuşu Dağı

Tissa'dan sonraki durağımız, "Tavuskuşu Dağı" anlamına gelen Monoragala'ydı. Artık Sinhala bölgesinden çıkıp, Tamil bölgesine gidecektik. Tuttuğumuz taksi ile Tissa'dan kuzeye doğru kıvrıldık. Sağ yanımıza Yala Parkı'nı alıp, her iki tarafında da ağaçların 100-150 metre kadar kesilerek "yeşil hat" oluşturulduğu, yakın zamanda savaştan çıkmış yolda ilerlemeye başladık. Yolun her iki yanında da sık sık içinde makineli tüfekli, mutsuz yüzlü askerlerin olduğu nöbet ve gözetleme noktaları ve yol barikatları vardı. Buraya kadar rastladığımız askerlerden çok daha ciddi ve gergin görünüşlülerdi. Barikatların sadece birinde durdurulduk. Kimlik kontrolünden sonra yola devam ettik. Sürücü de epey gergin görünüyordu. Sri Lanka'nın mutlu, rahat yüzü sanki geride kalmıştı. Ülkede yakın geçmişte yaşanan cinayetlerin, adam kaçırmaların etkisi burada halen sürüyordu. Yolda gördüğümüz en güzel manzara, Yala'nın fillerinden birisiydi.
Monoragala kentine ulaştığımızda doğruca eski YMCA binasına gittik. Kalacağımız "eko otel" kentin hemen yanında yükselen yemyeşil dağdaydı. Otelin sahibi Wasante ile önceden e-posta yoluyla görüşmemizde, eski YMCA'de karısının bizi karşılayacağını, özel seçilmiş bir tuk tuk sürücüsüne teslim edeceğini ve kendisinin de dağda bekleyeceğini söylemişti. Böylece Wasanthe'nin simsiyah saçlı, bembeyaz dişli, güleryüzlü karısı ile tanıştık. Bruce dağdaki sülük durumunu sorunca neşem kaçtı. Daha bir gece önce yemekte tanıştığımız Hong Kong'lu balayındaki çift, sülüğün salgıladığı antikoagülanlar nedeniyle vücuttan çıkarıldıktan sonra saatlerce kanamanın durmayacağını söylemişlerdi. Dikkatle beyaz çoraplarımı giydim, çekebildiğim kadar yukarıya çektim. Rahatsızlıkla tuk tuk sürücüsünü beklemeye başladım.

Az sonra kapıda 17-18 yaşlarında bir delikanlı belirdi. Doğrusu bu kadar genç olması pek de güven vermedi bize ama bir bildikleri vardır deyip tuk tuka atladık. Ana yoldan dağ patikasına saptığımızda, hoplaya zıplaya, sağa sola savrula savrula epeyce tırmandık. Yükseldikçe bir tarafımız uçurum oldu. Tuk tukun ön tekerleği kayalara çarptığında uçuruma doğru kontrolsüzce savruluyorduk. Her defasında korkudan çığlık atmamak için bir yandan Bruce'un kolunu sıkıyor, bir yandan gözlerimi kapatıyor, bir yandan da dua ediyordum. Önümüzden yılanlar kıvrılarak kaçıyordu. Tuk tuk her bir kasiste hız kaybettiği için korkusuz sürücümüz gaza biraz daha yükleniyor, gürültüden kulaklarımız uğulduyordu. Bu yolu neden her tuk tuk sürücüsünün tercih etmediğini böylece anladık, ilk şart mutlaka "deli"kanlı olmaktı anlaşılan! Aslında manzara harika olmasına rağmen, endişeden hiç tadını çıkaramadım.
En sonunda tuk tuk durdu. Önümüzde kocaman bir su birikintisi vardı ve yol dediğimiz kayalık patika sona ermişti. "Bu kadar" dedi delikanlı sürücü. Tek parça halinde varmış olmamıza şükrederek kendimi tuktuktan dışarı attım. Sürücümüzün aynı yoldan tek başına aşağıya gidecek olmasına üzüldüm ama kendisi son derece neşeli görünüyordu.

Tuk tukun gürültüsü yavaş yavaş uzaklaştıkça kulaklarımız da bayram etti. Her yer yemyeşil, güneş ağaçların arasından pırıldıyor ve sadece kuş sesleri duyuluyordu. Birden yukarıdan bir gülüşme sesi geldi. Dokuz-on yaşlarında üç yerli çocuk, kırmızı şeritleri olan bembeyaz giysiler (belki okul üniforması) içinde yüksekçe bir tepeden bize bakıyor ve birbirlerini dürtüp elleriyle ağızlarını kapatarak kıkır kıkır gülüyorlardı. O sırada su birikintisinin öbür yanında birşey kımıldadı ve Wasanthe'yi farkettik. Orada öylece bir Buddha heykeli gibi bekliyormuş geldiğimizden beri. O kadar sessiz ve hareketsizdi ki farketmemişiz. İri yarı, iyi giyimli, kocaman harika bir gülümsemesi olan ve insana huzur veren Wasanthe. Yanında da iki çocuk getirmiş. Her ikisi de çelimsiz ve çıplak ayaklı ama yüzlerinde kocaman bir gülümseme. Çocuklar sırt çantalarımızı istemesek de aldılar elimizden. Ve tırmanış başladı...

Yaklaşık yarım saatlik tırmanış öğle güneşi altında epey zor oldu. Sıcağa ve tırmanışa alışkın olduğu her halinden anlaşılan Wasanthe sağolsun, epey hızlı yürüttü bizi. Çocuklar ise çıplak ayaklarıyla keçi gibi sekerek, bir kayadan diğerine zıplayarak zorluk çekmeden tırmanıyorlardı. Dağ çocukları oldukları belliydi. Yürüyüş sayesinde vücudumda biriken tüm adrenalinden kurtuldum ama bu sefer de sıcaktan ve hızlı tırmanmaktan pilim bitmek üzereydi ki uzaktaki beyaz evi gördük.
Etrafında yeşillikten başka hiçbirşey olmayan, Paul ve Rani'nin evi ve kauçuk fabrikaları. Fabrika dediysek, oldukça ilkel bir imalathaneyi kastediyoruz elbett. Manzara nefes kesici güzellikteydi. Keyfimiz artık iyice yerine gelmiş, sülükler aklımıza bile gelmiyordu. Eve yaklaşırken balkonda bize el sallayan Paul'ü gördük. Başında bir kovboy şapkası, ak bıyığının altından büyük beyaz bir gülümseme...
Ev sahibesi olan Rani, Wasanthe'nin ablası. Paul ise eniştesi. Rani ve Paul, son derece kültürlü, dünyayı gezmiş, İngilizceyi ana dilleri gibi konuşan orta yaşlı bir çift. Tamil asıllı olmalarına rağmen Hıristiyanlar. Önceden başkent Colombo'da yaşıyorlarmış ve Paul bankacıymış, daha sonra ülkede Tamiller'e karşı şiddet başlayınca Suudi Arabistan'da iş bulmuş ve yıllarca (Sri Lanka'da iç savaş sürdüğü yıllar boyunca) bütün aile orada yaşamış. Ancak yıllar sonra orada da misyoner oldukları iddiası çıkınca ülkeden ayrılmaları emredilmiş. Bunun üzerine, oğullarını okumak üzere Londra'ya kızlarını ise Avustralya'ya gönderip, kendileri de ülkeleri Sri Lanka'ya dönmüşler. Rani ve Wasanthe'nin annelerinden kalmış olan bu eski eve yerleşmişler.
Burası aslında hem ev, hem kauçuk fabrikası, hem plantasyon, hem de artık Wasanthe'nin açtığı tek odalı (bizim de kalacak olduğumuz) eko otelin üssü. Rani ve Paul, aslında artık pek kar etmemelerine rağmen eski gelenekleri sürdürmek istiyorlar. Arazilerinde neler neler yetişmiyor ki...Papaya, lime (yeşil limon), muz, hindistan cevizi, karabiber, karanfil, kauçuk ağaçları...Rani bize etrafı gezdirirken her birini tek tek okşadı. Gerçek bir cennet köşesi burası. Gitgide zorluk çekmeye başladıklarını söylüyorlardı...Umarız bu harika yerden vazgeçmek zorunda kalmazlar.
Karanfil

Karabiber
Öğle yemeğini Rani'nin harika sofrasında yedik. Ev yapımı enfes Sri Lanka yemekleri ve keyifli bir sohbet. Evde pek çok kişi çalışıyordu. Yakındaki köyden pek çok kişinin bu evde ve Rani'nin arazisinde çalıştığını öğrendik.

Yemekten sonra fabrika denilen kauçuk imalathanesini gezdik. Otomobilimizde kullandığımız lastiklerin hammaddesinin ne zor yapıldığını doğrusu bilmiyorduk. Öncelikle hindistancevizi kabukları ikiye kırılıyor ve bunlar özel bir şekilde çizilmiş ağaçların altına konuyor ki beyaz kauçuk yavaş yavaş, damla damla ağaçtan bu kabuğun içine aksın.
Çalışanlar her gün ellerinde kovalarla araziye çıkıp bu kabukların içinde biriken kauçuğu topluyorlar. Daha sonra fabrikada tepsiler içinde bekleterek yassılaştırıyor ve bir merdaneden geçirip ince tabakalar haline getiriyorlar. Bunlar güneşte kurutuluyor.
Farkındaysanız renkleri halen beyaz. Bunlar otomobil lastiği olacağı için renginin siyah olması gerekiyor. Bunun için de ayrı bir bölmede iste bekletilip karartılıyorlar. Ve bu "fabrika"da herşey elle, insan gücüyle ve iptidai makinalarla yapılıyor. İşte size Rani'nin Monoragala Dağı'ndaki kauçuk fabrikasının hikayesi...

Evi, araziyi, fabrikayı gezdikten sonra yine Wasanthe ile yollara düştük. Bu sefer eko otelimize gidiyoruz. Bir yarım saat daha dağa tırmanarak...


Eko Otel

Yakında burada :)

1 comment:

  1. Anonymous19/1/11 08:59

    its amazing to think we were there a year ago - lovely post thanks Aylin :)

    ReplyDelete