20/12/2010

Endülüs'te Raks 2: Zeytin Diyarı Priego de Cordoba

Endülüs'teki birinci durağımız olan Cordoba'nın otogarı Türkiye'nin otogarlarına benziyordu. Sanki mini bir AŞTİ!
Önce biletlerimizi aldık. Yer numarası verilmedi, istediğimiz koltuğa oturabilirmişiz. Otobüsü beklerken Bruce otogar barında bir bira içti, ben ise "chorizo"lu sandviç yedim. Pek hijyenik görünmeyen bir yerdi ama doğrusu sandviç epey lezzetliydi. Hareket saati geldiğinde, bir grup oldukça yüksek sesli konuşan amca ve teyze ile birlikte otobüsümüze bindik.
Güney İspanya'da otobüs sistemi, aynı Türkiye'de olduğu gibi oldukça gelişmiş. Hemen tüm köylere gidiyor otobüsler. Yollar fena değil. Ama her köyde durunca yolculuk ister istemez uzuyor. Biz de son derece eğlenceli yol arkadaşlarımızla birlikte saat tam 2'de yola çıktık.
Otobüs önce Santa Cruz isimli son derece güzel bir köyden geçti. Bir film setini andıran güzellikteydi. Bir sonraki sefer burada konaklamaya karar verdik. Ardından, şahane bir kaleye sahip olan Espereja ve zeytin ağacından yapılma mobilyalarıyla ünlü (ama sevimsiz) Castro del Rio'dan geçtik. Otobüsteki yolcuların çoğu burada inince tüm otobüs bize kaldı. Pek çok "pueblos blancos"dan (beyaz köy) geçtik. Ucu bucağı olmayan zeytinlikler, beyaz dağ köyleri, kaleler, manastırlar arasında görkemli bir yolculuk yaptık.

Priego'ya varmamız iki saat aldı. Küçük bir kente geldiğimizi bildiğimizden oteli yürüyerek bumaya karar verdik. Zaten otogarda da taksi filan yoktu. Çok sessizdi. Çantalarımızla yola düştük. Kent tam bir hayalet şehri andırıyordu. Tam bir buçuk saat oteli arayarak ıssız sokaklarda dolaştık. Tüm dükkanlar kapalı, trafik sıfır ve yollarda da kimse yoktu.
Neden sonra aklımıza gelip de dükkan kapılarındaki açılış-kapanış saatlerine baktığımızda, geleneksel bir İspanya kentinde olduğumuzu anladık. Siesta saatiydi! Çalışma saatleri 9:30-14:30 / 17:30-20:30 benzeri saatlerdi. Daha önce de Barcelona'da bulunmuştuk. Ama ne Cordoba ne de Barcelona'da siesta saati görmemiş ve bunun artık uygulanmayan bir gelenek olduğunu düşünmüştük. Oysa öyle değilmiş!

En sonunda, İngilizce bilmeyen ama bize yardım etmek için önümüze düşüp yolu gösteren Endülüslü teyzelerin sayesinde küçük otelimizi bulduk: Hotel Zahori.
Tam bize göre! Ufak bir plazaya bakıyor. İsmi Santa Ana olan bu meydanda şırıl şırıl bir çeşme, birkaç kafe masası ve oturulacak banklar var. Karşıda eski bir kilise . Ben bu otelde 3 günde öğrendiğim İspanyolcamı kullanarak telefonla oda ayırtmış olduğum için, gerçekten de odamızın ayrılmış olup olmadığından emin olamayarak içeri girdik. Ama başarılı olmuştum! En üst kattaki mağara tavanlı otantik odamız çeşmeli meydana bakıyordu.
Odaya yerleştikten sonra, çantalarla yürüyüş sırasında kaybettiğimiz kalorileri geri almak için, otelin restoranında birer tapa yedik ve bira içtik.
Yemekten sonra, hemen yanıbaşımızdaki tablo güzelliğindeki semt Barrio de la Villa'yı gezmeye çıktık. Mis gibi yasemin kokulu dapdar labirentimsi sokaklar...rengarenk sardunyalar...bembeyaz badanalı evler...kentin en tarihi semti.

Balkon altında ünlü Endülüs çinileri
Bu sokakların bittiği yerde, yani  kale surlarında, ise "balkon" denilen seyir yerleri var. Bunlar Priego'nun da sınırlarını çiziyor. Eskiden bu surlarda askerler nöbet tutarken, şimdi Toskana Vadisi benzeri bir manzarayı seyrediyorsunuz...
Bu arada siesta saati bittikten sonra sokaklar canlandı. Biz de turist bölgesinden ayrılıp Priego'yu keşfetmeye koyulduk.

Akşam hayal ettiğimiz gibi bir tapa bar bulamayınca biraz hayal kırıklığına uğradık. İspanya'nın tüm büyük şehirlerinde gecenin her saati yemek yenecek yer bulunabilir. Priego'da ise bulamadık. En sonunda Rafi's isimli bir otelin barında oldukça pahalı bir yemek yedik. Otele döndüğümüzde farkettik ki en popüler yemek yeri meğer bizim otelmiş! Gündüz oturduğumuz küçük restoran insan kaynıyordu. Çoluk, çocuk, yaşlı demeden Priego'nun tüm aileleri sanki oradaydı! Biz de eğlenceye katıldık.

Ertesi gün ise Cumartesi'ydi. Küçük kentlerde akşam yemeği seçeneği çok olmasa da haftasonları harika! Sokaklar cıvıl cıvıl, aileler ve arkadaşlar kalabalık gruplar halinde geziyorlar. En küçük grup 7-8 kişi. Herkes en şık giysilerini giymiş. Çoğu insanın yanında 1-2 tane köpek de var. Kahvaltımızı bu neşeli kalabalık ile ettikten sonra kaleye gittik. İspanya standartlarına göre muhteşem bir kale olmasa da, kente yukarıdan bakmak güzeldi.
Kale ziyaretinden sonra sırada "Kraliyet Kasabı" vardı. Eski zamanlarda, boğa güreşinde öldürülen zavallı hayvancağızı buraya getirir ve buradan satarlarmış. Bu arada, isminde "toro" (boğa) olan hiçbir yemeği yemedik. En popüler olanı da "Robo del toro", yani boğa kuyruğu çorbası idi. İspanyolların boğa ile ilginç bir ilişkileri var. Hem dünyanın geri kalanına oldukça zalim gelen kanlı bir "spor"un objesi yapmışlar boğayı (ve böylece Eski Roma'daki gladyatörlerin yerini almasını sağlamışlar), hem de ona neredeyse tapıyorlar. Hemen her yerde boğa resmi, heykeli var. Ayrıca küçük oğlan çocuklarını severken bir sevgi sözcüğü olarak (bizim "Koçum!" dediğimiz gibi) "El Toro!" yani "Boğa!" diyorlar.
Biz "Kasap"tan çıktığımız sırada yine siesta vakti başladı ve herkes evine çekildi. Biz de bunu fırsat bilerek "Fuente del Rey", yani Kralların Çeşmesi'ni gezmeye gittik. Tüm sokaklar bize aitti sanki!


Siesta vaktinde Fuente del Rey'de blog yazarken
Böylece Priego'daki ikinci akşamımız yaklaşırken otele döndük. Akşam yemeğini geç saatte yemeye karar vermiştik çünkü tam geceyarısında Iglesia del Aurora kilisesinden başlayacak olan müzikli geçit törenine katılacaktık. Biraz dinlendikten sonra gençlerin futbol maçı seyretmekte olduğu bir barda birer "bogadillo" (sandviç) yedik. Tam geceyarısında kilisenin önündeydik. Küçük sayılabilecek orta yaşlı kadınlı-erkekli bir kalabalık toplanmıştı. Sonradan bir kısmının Sevilla'dan gelmiş turistler olduklarını öğrendik. Müzisyenler, müzik aletleriyle birlikte kapının önünde bekliyorlardı. Geceyarısını biraz geçerken, müzisyenler önde, bizler arkada geçit törenine başladık. Tam bir buçuk saat boyunca, müthiş eğlenerek Priego sokaklarını dolaştık. Bazı evlerin önünde ısrarla el çırptık, dans ettik, ta ki yaşlı amcalar yataklarından kalkıp balkondan para atana dek! Bazı evlerde ise zaten gelişimizi bekliyorlardı, ev ahalisi en şık giysileriyle kapıya çıkıp şarkılara eşlik etti, bizlere kek ikram etti. Bir ara nereden geldiği belli olmayan şımarık bir ev köpeği sokağa fırladı ve müzisyenlere havladı. Ardından sabahlıklı, saçları bigudili bir teyze fırladı, köpeğe sarılıp o da şarkıya eşlik etti. Bu arada sanırız müzisyenlerden birinin getirmiş olduğu bir şişe viski elden ele dolaştı. Soğuk, yarı loş sokaklarda, yeni tanıştığımız Sevilla'lı arkadaşlarımızla şarkı söyleyerek, dans ederek, müthiş bir eğlenceyle veda ettik güzeller güzeli Priego de Cordoba'ya...

No comments:

Post a Comment