28/01/2010

Batı Karadeniz

Geçen yaz, Temmuz sonlarında bir hafta sonu Amasra'ya gidelim dedik. Ve boyumuzun ölçüsünü aldık. Bir kalabalık, bir kalabalık. Yemek yenecek yer yok, sahilde çay bahçeleri ağzına kadar dolu, plaj deseniz insanlar birbirinin üstünde. Elbette hiçbir otel-pansiyonda boş bir bile oda yok. Bırakın Amasra'yı, İnkumu, Çakraz gibi yakın ilçelerde bile yok! Bir de otel-pansiyon sahiplerinin burnu bir büyümüş sormayın, cevap verirken takındıkları tavırlarını gören bedava oda istiyoruz zanneder! Zaten kalabalıklar bize göre değil, atladık arabamıza ve kıyıdan doğuya doğru sürdük. Virajlarda kıvrıla kıvrıla, bir yanımızda Karadeniz (ve uçurum), öbür yanımızda dağlar yola devam ettik. Hava sanki 23 dereceye sabitlenmişti. Ankara'nın yakıcı Temmuz sıcağından eser yok. Deniz çok sakin ve neredeyse Akdeniz kadar maviydi. Sadece tek otomobilin geçeceği genişlikte ama gidiş-geliş olan virajlı yola rağmen keyifli bir yolculuk yaptık.
Akşama doğru kendimizi Küre Dağları'nın eteklerinde kurulu Kurucaşile isimli kıyı kasabasında bulduk. Hemen plajın yanıbaşındaki Ural Otel'e yerleştik. Hayatımızda gördüğümüz en şık ve bakımlı otel değildi belki ama rahattı, gösterişsizdi ve insanlar canayakındı. Hemen yerleşip akşamları balık lokantası, gündüzleri kahvaltı salonu ve kafe olan terasa indik.
Burada birer Türk çayı içip dinlendik. Sonra kasabayı gezmeye çıktık. Ahşap tekne yapım yerlerini dolaştık. Sokak aralarında bile tekne yapanları görmek mümkün. Zaten dolaşırken çekiç sesleri sizi kendisine doğru çekiyor. Buralarda konuştuğumuz ustalardan, Kurucaşile'de tekne yapımcılığının yüzlerce yıllık tarihi olduğunu kayık ve küçük teknelerin yanı sıra, geçmişte Osmanlı donanmasına savaş gemileri bile yapıldığını öğrendik. Denizci kıyı insanlarının meslekleriyle ne kadar gurur duyduklarını görmek güzeldi. Gün batımında kasabayı biraz daha dolaştık ve akşam otelin terasında taptaze balıklarla iyi bir ziyafet çektik.
Ertesi gün yine yola koyulduk. Bir gün önceki gibi kıyıdan kıvrılarak İnebolu'ya dek gidip, daha sonra iç kesime dönmeyi ve Kastamonu üzerinden Ankara'ya varmayı planladık. Tabii yolda karşımıza birkaç sürpriz daha çıktı!

Yoldan koyu ve Gideros tabelasını gördük ve hiç üşenmeden toprak yola girdik. Birkaç yüz metre indikten sonra kıyıdaydık. Ne muhteşem bir yer! Kurucaşile ile Cide arasında, eskiden korsanların saklandığı enfes bir koy. Meşe, kestane, çam ağaçlarının arasında pırıl pırıl bir göl sanki. Gideros ismi söylenen göre Cenevizlilerden kalmış. Kıyıda derme çatma iki balık lokantası var. Meğerse öyle ünlülermiş ki, Ankara ve İstanbul'dan sırf balık yemeye gelen bile olurmuş. Bizim oturduğumuz lokantanın sahibi olan amca istersek çedır kurabileceğini de söyledi. Kamp sevenlere duyurulur.

Ne yazık ki molamızı bitirip yola koyulmalıyız. Aklım Gideros'ta kalıyor ayrılırken. Mutlaka tekrar döneceğim yerler listesine yazıyorum bu güzel Ceneviz ismini.

Bir sonraki molayı İnebolu'da veriyoruz (Aslında arada birkaç kez durup manzarayı seyrediyoruz. Bunlardan biri vadide yankılanan öğle ezanına ratlıyor. Video için alta, İngilizce bölümüne bakınız).
İnebolu büyükçe ama şirin bir tatil kasabası. Sahilde kısa bir yürüyüş yapıyor ve Aylin'e 70li yıllardaki tatil yerlerini hatırlatan bir kafede kısa bir mola verip arabamıza atlıyor ve rotamızı Ankara'ya çeviriyoruz.
Yer yer İsviçre Dağları'nı andıran Küre Dağları'nı aşıp, Kastamonu üzerinden Ankara'ya dönüyoruz. Ilgaz'da da istiyoruz ama karanlık bastığından bunu bir sonraki sefere bırakıyoruz.


 

No comments:

Post a Comment