10/03/2010

Colombo, Sri Lanka

Yolculukta bazı tatsızlıklar oldu...Hem ucuz olduğu hem de Sharjah'ı gezebileceğimiz zannına kapıldığımız için biletleri Air Arabia'dan almıştık. 1 Şubat geceyarısından sonra Sabiha Gökçen Havalimanı'ndan heyecanla uçağımıza bindik. Beklentilerimizin aksine uçak gayet yeni ve temiz bir Airbus'tı. Üstelik tam vaktinde kalktı. Önceden (ekstra para ödeyerek) 1. sıradan yer ayırttığımız için bacaklarımız hiç sıkışmadan rahat rahat gittik. Yemeğimizi de önceden ısmarlamıştık. Hiç sorun çıkmadan, leziz ve sıcak yemek servisi yapıldı. Daha önce defalarca uçak kalkarken dua okunacağını duymuş olmamıza rağmen, hoparlörden "Allahu ekber..." anonsunu duydugumuzda epeyce garipsedik bu durumu. Hostesler kapalı değillerdi. Yolcu profili karışıktı. Türklerin çoğu süslü püslü, parfüm kokuluydu. Sanırım Dubai'ye alışverişe ucuz yoldan gidiyorlardı. Onların dışında ise çalışmaya gidiyor gibi görünen Türkler ve ayrıca Araplar vardı. Tek bir boş koltuk bile yoktu.

Ben neredeyse sabaha dek uyudum. Uyandığımda uçak motorları kapatmış, gökte süzülüyor gibiydi. Bir tuhaflık sezerek Bruce'a sordum. "Çok sis var inemiyoruz, Sharjah üzerinde dönüyoruz" dedi. Başta pek aldırmasam da, yarım saatten daha uzun süre bunu yapıp durduk. Tam sabırlar tükeniyordu ki, inişe geçtik.

Sharjah'ta 14 saat bekleyecek olduğumuz için, planlarımız arasında hemen vizelerimizi alarak otomobil kiralamak ve çölü geçerek Fujeirah'ya gitmek vardı. Ama nerde...Türk ve Güney Afrika pasaportlarını gören vize bölümü çalışanı Filipinli (muhtemelen) kızın suratı asıldı. "Daha önce Birleşik Arap Emirlikleri'ne hiç seyahat etmemişsiniz. Bu durumda sizin pasaportlarınızı mecburen Abu Dhabi'ye yollayacağız. Geri gelmesi 4-6 saat arası alır" demesin mi? Tabii bu duruma hem sinirlendik, hem de pasaportlardan yabancı bir havaalanında ayrılma fikri bize pek de çekici gelmedi. Bunun üzerine vazgeçtik ve tam 14 saat, evet tam 14 saat Sharjah'ın o küçük, hafif karanlık ve köhne havaalanında bekledik. Her bir köşesini karış karış biliyoruz artık (çünkü geri gelirken de 14 saat bekleme süremiz vardı!) İçeride açık büfe ve yatacak koltuklar var diye VIP salonuna girdik. Epey para ödedik (tek ödeme ile 3 saat geçirebiliyorsunuz içeride, sonra tekrar ödeme yapmak gerekiyor) ama değdi çünkü ben horul horul uyudum, Bruce ise biraya kavuştu! (Ayrıca burada yediğim zahterli pidenin tadını unutamıyorum!)
Sharjah'ta zaman zor geçti. Akşam tekrar uçağa bindiğimizde bu bekleme faslı bittiği için çok sevinçliydik. Uçak yine doluydu ama bizden başka turist yoktu. Herkes Sri Lanka'lıydı ve hepsi bizi süzüp durdular. Yine aynı şekilde tam zamanında kalkan uçağımız, rahat bir uçuştan sonra geceyarısı Colombo'ya indi. Pasaport kontrolünden kolayca geçtik. Vize istenmediği için, sadece nerede ve ne kadar kalacağımızı sorup geçmemize izin verdiler.

Kalacağımız pansiyondan havaalanı transferi istemiştik ama daha önce Bakü'deki kötü deneyimimiz yüzünden pek emin olamıyorduk bizi almaya birisinin geleceğinden. Ama o da ne! İsimlerimizin yazılı olduğu bir karton parçası tutan, güleryüzlü bir adam. Tabii çok sevindik. Ankara'da evimizden çıkalı 30 saatten fazla olmuş, o yorgunlukla hiç bilmediğimiz bir ülkede, hem de geceyarısından çok sonra hiç bilmediğimiz bir adresi bulmaya çalışmak pek de eğlenceli olmayacaktı!

Şoförümüzün eşliğinde binadan çıkınca, tüm yorgunluğumuzu unuttuk. Gecenin o saatinde sıcacık ve nemli bir hava ve tropik çiçek kokuları karşıladı bizi. Minibüsle şehre doğru yola çıktık. Epey uzun bir yolculuk oldu. Saat sabah 4 olmasına rağmen trafik vardı. Karanlıkta yol kenarında sohbet eder gibi insanlar duruyordu. Yola çıktıktan az sonra ilk polis kontrolüne maruz kaldık. O karanlıkta makineli tüfekli, üniformalı askerler bir miktar korkutucu geldiler ama hepsi güleryüzlü ve kibardı.
Böylece pansiyonumuz Garden Guesthouse'a ulaştık. Ev sahibimiz Shrini bizi tüm misafirperverliğiyle karşıladı. Hatta yardımcısı olan genç adam da üniformasını giymiş, bir demlik Seylan çayı ve kek hazır etmişti. Çok yorgun olduğumuzdan çaydan sonra hemen uyumak istedik ama cibinliğin içinde onlarca sivrisinek vardı. Colombo'da sıtma yapan sivrisinekler olmasa da, dengue fever hastalığına yol açanlardan bolca olduğunu bildiğimizden, odada Türkiye'den getirdiğimiz sivrisinek kovucuları kullanarak ufak çapta bir savaş yaşadık. Sonradan bu savaşı her zaman kaybetmeye mahkum olduğumuzu anlayacaktık ama ilk gecemizde henüz bu gerçeği bilmiyorduk.

Ertesi sabah kahvaltıda papaya, omlet, kızarmış ekmek, reçel ve sütlü Seylan çayı vardı. Shrini pansiyonu kızkardeşi ile birlikte işletiyor. Tam bir hanımefendi. Aynı zamanda kendileri de üst katta yaşıyorlar. Yani bir ev-pansiyon. Biz çok rahat ettik, gidecek olanlara da tavsiye edebiliriz.

Kahvaltıdan sonra Colombo'daki tek günümüzü değerlendirmek üzere evden çıktık. Kaldığımız yer şehrin yeşil, sessiz, temiz bir bölgesiydi. Hep öyle olacak sandık ama az sonra yavaş yavaş yollar kalabalıklaşmaya başladı. Trafik, duman, is, kalabalık, gürültü. Ve tabii o inanılmaz sıcak hava! Ter içinde kalmakla yetinmedik, havada uçuşan kurum her tarafımıza yapıştı, elimiz yüzümüz kapkara oldu. Victoria Park'a gitmeye çalışıyorduk, aradık aradık bulamadık. Sorduğumuz kişiler de bilmiyorlardı. Buna çok şaşırdık. Ankara'da yaşayıp da Kuğulu Park'ın nerede olduğunu bilmemek gibi birşey. İki saat kadar böyle dolaştık. Gecekondu mahallelerine girdik, çıktık. Heryer çok güvenliydi. Kimse rahatsız etmedi, tam tersine herkes dostça selam verdi, sohbet etmeye çalıştı.

Sonunda bir tuktuk'a binmeye karar verdik. Bu bunaltıcı havada ne şahane bir buluş bu tuktuk! O gittikçe içinde püfür püfür rüzgar esiyor. Bu şekilde parkı bulduk. Büyük, yeşil ve sakindi. Biraz dolaşıp birer elmalı gazoz Appletizer içtikten sonra, parkın içinde bulunan şehir müzesine girdik.
Müze son derece etkileyiciydi. Kültür Üçgeni olarak bilinen ve eski Ruhunu uygarlığının yaşadığı bölgeden pekçok buluntu vardı. Budist kültürüne ait buluntular da vardı. Tüm bunların yanında, sahile ölü olarak vurmuş bir mavi balinanın iskeleti etkileyiciydi. Bu kadar büyük bir canlı göz önünde kolay canlandırılmaz. Ayrıca müzede pekçok Sinhala aile ile tanışıp konuştuk. İnsanların İngilizceyi bu kadar iyi konuşmalarına, çocuklarını boş zamanlarında müzeye götürüp kültürlerini öğretmelerine şaşırdık. Sinhalaların eğitim düzeyinin çok yüksek olduğunu duymuştuk. Gerçekten öyley olduğuna kanaat getirdik.

Müzeden sonra York Caddesi'ne gidip biraz gezindik. Karşımıza limana bakan eski ve büyüleyici Grand Oriental Oteli çıktı. Dördüncü katta, Harbour Room olarak adlandırılan, limana bakan camlı salonda kızarmış kaju fıstığı yedik (Nefisti!). Manzara harikaydı ancak fotoğraf çekmek kesinlikle yasaktı. Birkaç yıl önce Tamil Kaplanları burada uçaklı bir intihar saldırısı yapmışlardı. Tam fotoğraflık manzara olmasına rağmen, yasağı bozmaya yeltenmedik.

Daha sonra günbatımı için Galle Face Green'e gittik. Burası okyanus kıyısında uzanan kocaman bir yeşil alan. Aileler akşamüstlerini geçirmeye ve günbatımını izlemeye geliyorlar. Bir yanda okyanus kokusu ve sesi. Öte yanda uçurtma uçuran çocuklar, kriket oynayan gençler, yiyecek satan sokak satıcıları, yürüyüş yapan aileler, koşuşan köpekler ve tabii gürültücü kargalar! Dünyada günbatımı için gidilecek özel yerlerden biri kesinlikle burası...

Burada biraz vakit geçirdik. Akşam olmaya başlıyordu ve Bruce'un arkadaşı Sri Lankalı Udaya ile hemen bu yeşil alanın yanında olan ünlü Galle Face Hotel'de buluşacaktık. Burası koloni zamanından kalma, son derece şık bir otel.

Udaya yanında Colombo'da yaşayan Amerikalı arkadaşı Phillip ile geldi. Otelin okyanusa bakan bahçesinde dalga ve karga sesleri eşliğinde bira içip sohbet ettik. Udaya bir bilgisayar şirketinde çalışan, iyi eğitimli, çok misafirperver ve eğlenceli bir genç adam. Phillip de Sri Lankalı karısı ile Colombo'da yaşıyor. Eskiden Amerikan donanmasında bir denizciymiş. Bize okyanus maceralarını anlattıkça yelkene çok meraklı olan Bruce ve ben de, merakla bu hikayeleri dinledik.

Akşam çok güzel geçti ama Bruce da ben de çok yorgunduk. Üstelik sabah 6:30 treni ile Galle'a gidecektik. Bu nedenle çok geç olmadan Udaya ve Phillip'e veda etmek istedik. Bizi pansiyonumuza bırakabileceklerini söylediler. Kendi şoförleri varmış. Sevinerek peki dedik, meğerse tuktukmuş araç! O küçücük iki kişilik araca dördümüz (Hem de birimiz iri yarı bir Amerikalı olan Phillip olmak kaydıyla) nasıl sığdık, yollara dökülmeden nasıl pansiyona vardık halen bilmiyoruz.

Böylece Sri Lanka'daki ilk günümüz de sona ermiş oldu.


Bir sonraki yazı: Galle, Sri Lanka

No comments:

Post a Comment