14/05/2010

Şanlıurfa

Ve sonunda Urfa'ya doğru yola çıkıyoruz. Uçak güneydoğuya doğru yol alırken, ülkenin üzerine de yavaşça akşam çöküyor. Ve ne yazık ki hep sözü edilen o harika baraj manzarasına yetişemeden hava iyice kararıyor...

Urfa'daki ilk gecemizde hava soğuk ve rüzgarlı. Oysa buralara ilk yazın çoktan gelmiş olduğunu umut etmiştik. Daha ilk gece şehirde karşılaştığımız manzaralar bizi büyülüyor. Yıldızsarayı Konukevi isimli bir tarihi konakta yer ayırtmış olduğumuzdan, doğruca eski şehire gidiyoruz. Yine havaalanında bir anlık zayıflığımız sonunda taksiye bindik. Üstelik şehre de öyle uzakmış ki, kilometreler aktıkça biz de yaptığımız müsriflik için kendimize kızıyoruz. Ama eski şehre ulaştığımızda tüm bunları unutuyoruz. Taş binaların arasındaki daracık loş sokaklar, etraftan yükselen türkü sesleri, düğüne gittikleri anlaşılan pırıl pırıl elbiseli kadınlar...sanki başka bir alemdeyiz.

Kaldığımız otel surların içinde bir taş konak. Dışarıdan ilk bakışta çok beğeniyoruz. Tam da kalmak isteyeceğimiz türden bir yer! Otele girer girmez ilk sürprizle karşılaşıyoruz. Otelde bir düğün ve yaklaşık 300 de davetli var. Erkekler ayakkabılarını kapıda bıraktıkları küçük odalarda eğleniyor. Kadın, genç ve çocuklar ise daha büyük bir salonda eğleniyorlar. Geleneksel kıyafetler içindeki garsonlar, ellerinde koca sinilerle oradan oraya koşturuyor, kebap yetiştiriyorlar. Odamız da avluya baktığından, tüm bu telaş, gürültü ve kalabalık sanki odamızın içinde. Bu birinci ve daha iyi olan sürpriz. İkincisi ise korkunç...Odamızda tuvalet yok. Yani dışarıdaki 300 kişiyle sıraya girerek paylaşacağız otelin tek tuvaletini. Üstelik orada da kapı bozuk kapanmıyor, sifon çalışmıyor, yerler sigara izmariti dolu, dumandan nefes alınmıyor! Öyle sanıyorum ki Urfa'lı hanımlar herkesin gözü önünde sigara içmekten çekiniyorlar. O nedenle tuvalet de kullanılacak gibi değil. Tabii ki ertesi gün kesinlikle başka otel bulmaya karar vererek uyuyoruz.

Ertesi sabah ilk iş olarak şehrin yeni kısmında Kilim Otel isimli modern, betonarme ve kimliksiz ama tertemiz ve konforlu bir otel buluyor ve oraya transfer oluyoruz. Başka zaman olsa böyle bir otelde kalmayı asla tercih etmeyecek olsak da, bir önceki gecenin rahatsızlığıyla derin bir oh çekerek güne başlıyoruz.

İlk hedef elbette Balıklıgöl, veya Halil-ür Rahman Gölü. Burası efsaneye göre Mezopotamya kralı Nemrud'un Hz. İbrahim'i ateşe attığı yer. Otelden göle doğru yürümeye başlıyoruz. Yaklaşık 10-15 dakikalık bir yürüyüş. Sokaklar erken saate rağmen kalabalık, cıvıl cıvıl. Bruce yabancı, ben ise oraların kadınlarından oldukça farklı giyinmiş olsam da, peşimizden "hello, hello" diye koşan bir-iki çocuk dışında kimse bize aldırmıyor. Benim üzerimde kısa kollu bir bluz ve boynumda da bir fular var. Etraftaki neredeyse tüm kadınların kapalı olduğunu fark eden Bruce, "Fularınla kollarını kapasan" diyor. Şaşkınlıkla kocama bakıyor ve "İşte artık sen de Türksün!" diyorum :)

Balıklıgöl'e giden kalabalık cadde üzerinde ismini ne yazık ki not etmediğimiz 24 saat açık bir fırın var. Gün ve hatta gece boyunca sık sık enfes poğaçalar, kekler, ekmekler çıkarıyorlar. Koku neredeyse tüm caddeye yayılıyor. Burada mola verip poğaça alıyor ve Balıklıgöl'e doğru devam ediyoruz.
Sabah çok erken olmasına rağmen göl epey kalabalık. Etraftakilerin çoğu turist, bir kısmı da dini sebeplerle gelen ziyaretçiler. Efsaneye göre, Hz İbrahim içine atıldığında ateş mucizevi şekilde suya dönüşüyor, kömürler ise balığa. Bugün yılda neredeyse bir milyon yerli ve yabancı turist (genellikle Araplar) bu gölü ziyaret ediyor.
Elbette bu doğal akvaryumdaki kutsal balıkları yanınızda herhangi bir yiyecekle besleyemiyorsunuz. Balıklara ancak gölün çevresinde görevli satıcılardan alınan özel yem verilebiliyor. Satışlara bakılırsa, oldukça karlı bir iş olsa gerek!
Balıklara yem atanların arasında geleneksel leylak rengi başörtülerinden kolaylıkla tanınan Urfalılar da var.
Urfalıların bir kısmı ise Balıklıgöl'ün hemen yanındaki Ayn Zeliha isimli gölü çevreleyen yemyeşil, serin çay bahçelerinde oturup kahvaltı yapıyorlar. Gün ilerledikçe hava öyle ısınıyor ki, bu serinlik herkesi çağırıyor adeta. Ayn Zeliha, Zeliha'nın gözyaşları anlamına geliyor. Hz. İbrahim'i ateşe atan Kral Nemrut'un evlatlığı olan Zeliha da, İbrahim'e olan aşkından kendisini ateşe atıyor. Ve düştüğü yerde bu göl oluşuyor. Biz de göl kenarında oturup çayımızı ısmarlıyor ve enfes Urfa poğaçalarımızı yiyoruz.
 
İlk günün geri kalanını çarşıyı, sokakları, camileri, mağaraları, hanları dolaşarak geçiriyoruz. Şehirde ne kadar çok yerli ve Suriyeli turist olduğuna şaşırıyoruz. Sokaklar genelde temiz, hareketli, enerji dolu. Özellikle renk renk kumaşlar, baharatlar (tabii ki isot!), bakır, antep fıstığı, kaçak çay kahve ve tütün satılan tarihi çarşıyı ve içindeki Gümrük Han'ı çok beğeniyoruz.
Gümrük Han'da biz de küçük taburelere oturup birer mırra içiyoruz. İçerken garson başımızda bekliyor. Kahveye bayılan Bruce çok mutlu. Ben ise yavaş yavaş içmek istiyorum. İlk yudumdan sonra fincanı masaya bırakıyorum. Garson çok bozuluyor. Böylece ben de fincanın masaya konmayacağını, koyanın ceza ödeyeceğini öğreniyorum! Garsona Ankara'ya gelirse onu evlendireceğimize söz vererek ceza ödemekten kurtuluyor ve sokaklarda gezinmeye devam ediyoruz.
                                     
Çocuklar fotoğraf çektirmek için birbirleriyle yarışıyorlar.
Böylece Urfa'daki ilk günümüz bitiyor ve ertesi gün Halfeti'ye gitmeyi planlayarak uykuya dalıyoruz.
Bir sonraki yazı: Halfeti

No comments:

Post a Comment